Aklıma ne geldi bugün, yazmazsam çatlayacağım.

Yıl 1974... Hani şu Kıbrıs Barış Harekâtının, Karaoğlan Bülent Ecevit’in manşetlerde olduğu yıllar. İlkokulu bitireli birkaç yıl geçmişti. O yıllarda, ilkokulda sivri zekalı, yaramazlıkta ve tehlikeli işlerde adeta “doktorasını yapmış” ama derse gelince bir o kadar umursamaz bir öğrenciydim.

Okul bitmişti. Bizim okulda çok iyi okuyan öğrenciler vardı; kimisi yatılı okullara, kimisi sanat okuluna gitti. Ben mi? Eğer köyde hayvan gütmeyi saymazsak, kendimi yalnızca “bilimsel çalışmalara” adamıştım diyebilirim.

Köyde o dönemlerde birkaç köpek marka gramofon vardı. Ali Ercan’dan dinlediğim, babamın Almanya’da çalışmasından dolayı mı bilinmez, “Zeynebim Almanya’nın Yolunu Tuttu” türküsü hâlâ hafızamda yankılanır.

Boş kalan zamanlarımda, Edison’dan sonra unutulmuş elektrik projesine devam ettim. Yıl 1973 filandı. Geceleri evde kullanılmak üzere pilli bir elektrik sistemi kuran ilk kişi oldum köyde.

O yıllarda köyde harmanı hâlâ kömüşlerle dövüyorduk. Sonra ilk kez bir harman makinesiyle tanıştık. Köye Bafra’dan gelen Sabri isminde bir köylümüz bu makineyi getirdi. Herkesin harmanı dövüldü, sıra bizimkine gelince makine bozuldu. Ne gelen usta arızayı çözebildi, ne de köyde anlayan çıktı. Arıza tam 10 gün sürdü.

Ben o sırada henüz 13 yaşında bir çocuktum ama o makinenin bir ucundan girip arkasından çıkabiliyor, arızaları gözümle görüp ellerimle dokunabiliyordum. Ne var ki çocuk olduğum için kimse beni ciddiye almıyordu.

Sonra Burhan Tekneci abi vardı; Beni biraz tanırdı, çünkü bir gün onun resmini kâğıda çizmiş, yeteneğimi göstermiştim. O gün seslendi:
“Durun!” dedi. “Çocuk bir şey söylüyor. Neden onu dinlemiyorsunuz?”
Herkes sustu, beni dinledi. Söylediğim şekilde makine tamir edildi.

İşte o gün fark edildim. Sonra ne zaman o makine bozulsa, gelip bana danıştılar.

Bir süre sonra Sinop’ta yeni bir imam hatip lisesi açılacağı duyuruldu. Paralı, yatılı bir okuldu. Köylerde ilanlar verildi. İki yıllık “doktoramın” ardından ben de bu okula başladım.

Aradan iki yıl geçtiği için yaşıtlarıma göre hem daha büyüktüm hem de biraz daha “geride”. Boyum uzun, yaşım büyük olunca sınıfın en arka sırasına oturdum. Sınıf tamamen erkekti ama kadın öğretmenlerimiz de vardı. Benden uzun, benden yaşlı çocuklar bile vardı.

O zamanlar şimdiki “özel idare” denilen birim “YSE” diye anılırdı. Ben ve birkaç arkadaş, hurdalıkları karıştırırken bir gün bir bisiklet dinamosu buldum. Onu okulun duvarına sürtüp bir ampulü yakmayı başardım. Belki bu bir buluş değildi, ama benim için ikinci Edison olmaya yeterdi.

Elektrik ve mekanik işlerine aşıktım. O dönem Sinop’a elektrik, Tarım Müdürlüğü’nün oradaki mazotlu bir jeneratörden sağlanıyordu. Jeneratör zar zor çalışır, bazen elektrik akşamları yetmezdi.

Fizik hocamız sınıfa elektronik devreleri anlatırken ben o işi çoktan çözmüş, devreleri tamir eder hale gelmiştim. Ama orası bir İmam Hatip Lisesiydi; fazla “bilmek” bazı hocalarımız tarafından pek de hoş karşılanmazdı.

Arka sırada her derste bir saat ya da radyo tamir ederdim, hoca da gelir bir kulak çeker, “dersle ilgilenmiyorsun” diye azarlardı.

Halbuki o devreler, o teller, o lehimler; bana göre teknolojinin en güzel numuneleriydi. Ama beni anlayan yoktu.

Yine de en sevdiğim ders matematikti. Hem dersi hem hocasını severdim. Gerçi fizik de matematikti ama fizik hocam beni hiç sevmezdi. Benimle resmen didişirdi.

Geçenlerde, eski okul arkadaşlarımdan biri bana geldi. Okuduğumuz okulun çamaşırhanelerinde kullanılan sanayi tipi çamaşır makinelerinden ikisinin elektronik devresi bozulmuş. Servis tamir etmiyor, yenisi için 20 bin lira istiyormuş. “Abi sen yapabilir misin?” dedi.

“Tabii” dedim. On dakikada her iki devreyi de tamir ettim. Hiç ücret almadan verdim. Bugün haber geldi, makineler çalışıyormuş.

Hemen ardından o yıllarda benimle aynı okulda okuyan ve şu an okulun müdürü olan Ayhan hocamı aradım. Dedim ki:

“Hocam, sınıfın arka sıralarında oturup bir şeyler tamir eden öğrencilerin kulağını sakın çekmeyin. Onlar bu ülkenin Selçuk Bayraktar’ları, Edison’ları olacak kişiler. Onlara kıymayın.”